Gerçeklikler, Simulacra ve Ben




İçinde bulunduğumuz fiziksel dünyanın karanlığı ve aydınlığını yorumlamak hepimizin içgüdüsel olarak dışavurduğu belirli bir davranış biçimidir.

Kimi insanların bu dışavurumu o kadar çok zihinle o kadar çok ortak nokta yaratır ki, sanat denilen, birkaç duyuyla algılanınca içinizde daha önce orada yer almayan bazı hisler ve düşünceler uyandıran bir aracı haline gelir. Bu sebeple her insanla aranızda geçenler sanatın yalnızca özelleşmiş farklı bir fazı haline gelir.

Tam olarak bu yüzden; insan ne zaman biyolojik olarak zorlandığı, istediği hormonlarının çalışmadığı bir durumla karşı karşıya gelse bu aracılar vesilesiyle kendi psikolojisini kontrol altına almaya çalışır. Anladım. Peki,

bu gibi durumları kontrol edebildiğimiz bir çağda da yine bu aracılarla münasebet hepimiz için ne kadar gerekli olur? İstediğimizi hissedebileceğimiz bir yaşamda başka insanlara ve durumlara bağımlılığımız biter mi? En sevdiğim insanla konuştuğumda hissettiklerimi "hormon merkezleri"nde üç dakika içerisinde bünyeme yerleştirebilsem, o en sevdiğim insanı ne kadar severdim? Annenizin dizinde yatarken salgıladığınız hormonları köşebaşındaki dükkandan sipariş edebiliyor olsanız ne sıklıkta ebeveynlerinizi görmek isterdiniz?

En sevdiğiniz yazarın kitabını okurken, en sevdiğiniz yönetmenin en heyecanlı filmini izlerken, en hayran olduğunuz insanı gördüğünüzde, içinizde kimyasal reaksiyon yaratan müziği dinlediğinizde aldığınız haz aslında beyninizin yaşadıklarıyla başa çıkma gereksinimden doğan bir etki tepki zincirinden kaynaklanıyorsa kendinize ne kadar dürüst olduğunuzu söyleyebilirsiniz?

Yoksa, hayır, BİR SANİYE! diye çıkışıp insan ilişkilerinin doğallığına inanacak kadar naif bir şekilde; hislerimizin doğal koşullarda gelişmediği bir anının hatırlamaya değmeyeceğini mi söylersiniz?

Doğal koşul? Peki.

Bu durumda kandırılan taraf hangisi olur?

Gerçeklik insan tarihinde hiç bir zaman şu an olduğu kadar yoğun bir şekilde sorgulanmadı. Artık karşı komşunuz bir Descartes, her zaman gittiğiniz restoranın garsonu bir Nietzsche ve yanında uyuduğunuz insan bir Sartre.

Tüm bu zamanının ekstrem ve alışılmışın dışında dünya görüşleri artık istemeden de olsa hepimizin kanına karışmış durumda (umarım içme suyumuza katılmıştır). Belki de, tam olarak bu sebepten hepimiz diğer insanları anlamanın bu kadar zor olduğunu düşünüyoruzdur. Karşınızda, münasebete geçtiğiniz her insan size farklı birikimlerle ve tecrübelerle gelir. Tahayyül bile edemeyeceğimiz bir gezegende yürümek, hiç kokusunu almadığınız bir meyve yemek gibi. En harika olanıysa, bu bilinmezlikte bile bir şekilde kendimize yaşanabilir insanlar bulup, bazen Jüpiter'in kırmızı lekesinin içinde hayatta kalabiliyor olmamız. Hissettiğimiz her şey bir algı meselesinden çıkıp somut şekilde birbirimize anlatabildiğimiz, tasvir edebildiğimiz elma, armut gibi cisimlere dönüşüyor.

Gerçekten mi? Mükemmel!

Bu somutlaşma sebebiyle ise gerçekliği kesinlikle sorgulanası hale geliyor. Peki o zaman, en gerçek hislerimiz; aslında hiç cisimleşmeyen, anlatılmayan, başka bir insanın algısında izdüşümü olmayan hislerimiz mi oluyor?

The simulacrum is never what hides the truth - it is truth that hides the fact that there is
none.
Ecclesiastes




Yorumlar