Sarkaç



          Günlerden aynı, aylardan aynı, yıllardan, bin yıllardan aynısı. Her seferinde insansız duyguları bastırmaya çalışmakla geçen ömrünü tüketmekle kalmamıştı, aynı zamanda oturduğu koltukta da derin yaralar bırakmıştı. Ne kadar zamandır orada oturduğundan ve yahut ne kadar zamandır neyi yapmadığından haberi yok gibiydi. Bir Beckett oyunu oynuyordu, nadiren eve gelen insanlardan dinlediği hikayeler bizim gerçek dünya dediğimiz yerle arasındaki yegane bağdı. Ölüme yaklaşmanın nasıl bir şey olacağını önceden düşünmüştü elbet, fakat gerçekten yakın olmanın ne demek olduğunu, içerilerden ne hissettirdiğini kimse asla bilemezdi. Bilinebilen tek şey aklından akanlar, dudaklarına varamadan yozlaşan, çamura bulanan idealardan oluşup zaten yaratıcı tarafından lanetlenmiş gibilerdi. Arada bir kitabı alırdı eline, işte bizim bilmediğimiz dünya orada başlardı. Bir iki sayfa okumaya gücü yeterdi fakat çirkin burunlu Proust en azından alıp götürmeye yarayabilirdi. Acıyı hissettiğini sanmıyordu, canının yandığı olmuştu, fiziksel ve mental acıyı ayırt edebilecek haldeydi ve bacakları tutmadığında aslında bunun onu sadece fazlalıktan kurtardığını düşünmüştü. Ölümü yakındı, yokluğu, boşluğu yakındı. Yargılanır mıydı acaba? Hiç bir zaman bir dine bağlı olmadan benliği ne isterse onu yapmış, hiç bir felsefeye bağlanmamış, yolları kendi içinde kateden bir insan görünümünde yaşamıştı ve içten içe bununla övünürdü de. En sevdiği dostu öleli altı yıla yakın bir zaman geçmişti, altı yıl ne demekti, altı ömür ne demekti şu an için bir önemi var mıydı, yaşadığı acıların öldükten sonra bir değeri olacak mıydı, belki de dünyada serbestçe amaçsızca dolaşır birilerinin canını yakardı. Ve belki bundan zevk alırdı. Hislerini incitmekten, içlerine şüphe düşürmekten hoşlanırdı, akla gelebilecek her türlü kötülüğe açtı. Zamanında yapamadığı her şeyi yapma güdüsü bazen onu heyecanlandırır bunların hayaliyle zar zor da olsa uykuya dalardı. 


            Kafasını kaldırdığında iki buçuk yaşındaydı. Demek ki ölümün lütfu da buydu diyor ve gülümsüyordu. Karşısında tanıyamadığı bir kadın, hatırlaması güç bir şekilde dikiliyor ve bir şeyler mırıldanıyordu. Annesi olduğunu anlaması çok sürmemişti. Döndü ve gülümsedi annesi, etrafına baktı, kimsenin bu şekilde gülümseyebileceğini düşünmeden ağlamaya başladı. Annesi kaşlarını büzdü, koşulsuz sevgi bu demek dedi içinden. Sonra durdu ağlaması ve gülmeye başladı, annesine bakarak kahkaha atmaya başladı ve oturduğu yerden kalkmaya çalıştığı anda yaşlı koltuğa geri döndü. Bu dönüşüyle yaşadığı travma yüzünden vücudunun tümü felç oldu. Bilinci yerindeydi, hiç bir yerini hissetmeden sade bir bilinç olarak yaşıyordu. Sonra bundan keyif aldığını farketti. İnsanların çok değer verdikleri vücutlarının aslında sadece bir yük olduğunu anlamalarını istedi. Gazetelerde yazmasını istedi. Tüm dünyayı çığlığa boğmak istedi. Ağzı yoktu artık, ağzı annesiyle gülerken orada kalmış ve hala gülüyor olabilirdi. Ağlamak istedi, yok olmak istedi, hiç birini yapamadı. Boşlukta sallanan sarkaçları düşündü. Her şeyi, gördüğü ölümleri, sevdiği kadınları, yıldızlı geceyi, yalanlarını gördü ve gözlerini bile kapatamadığını farketti. Koltuğa bakıyordu, koltuğun bile eylemsizliğini yıkmasının daha kolay olacağını düşündü. Boşlukta sallandı, teyzesinin eski duvar saatindeki sarkaç gibi, sallandı, sallandı, düşmeyi düşledi fakat tek olası gerçekliği boşlukta sallanmak oldu. 











Yorumlar